Hani hep derler ya ;
‘Ben hep insanları kendim gibi zannettiğim için üzülürüm.’
Tabii hepimiz az çok birbirimize benziyoruz.
Hayata karşı benim de bu cümlenin başlangıcına benzer bir duruşum var,
sık sık üzülürüm desem yalan olur.
Ben daha çok insanları kendim gibi düşündüğüm için onlara karşı son derece temkinli ve mesafeliyimdir.
Bizler, diğer dört ayaklı yaratıklar kadar basit, mükemmel ve anlaşılır değiliz, bizleri anlamak için biraz daha geniş zaman gerekli.
Ne zaman, ne için öfkelendiğimiz…
Öfkelendiğimizde ağzımızdan neler döküleceği…
Minicik yanlış anlamalar karşısından gemileri, köprüleri nasıl ateşe verebileceğimiz…
Kaybetme noktasında neler yapabileğimiz…
Parasızlıkta başka, paralıyken bambaşka gösterdiğimiz değişken karakterimiz…
Pamuk ipliğine bağlı arkadaşlıklarımız, aşklarımız, birlikteliklerimiz…
Ne zaman kalacağımız, ne zaman gideceğimiz…
Hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, endişelerimiz…
Karmakarışık ruh hallerimiz…
Yazdıkça insanın yazası geliyor, okudukça ürküyor, yalnızlığa şükrediyorsun.
Bizleri anlamak için daha geniş zaman gerekli dedim ya, nerdeeeee!
Bizleri anlamak için bir değil bir kaç ömür gerekli…
Topluluk içinde, birbirimizi anlayıp huzurla yaşayabilmek için geçmişten alınan dersler gerekli yani tecrübe!
Akıl sağlığı gerekli…
Empati gerekli…
Biraz daha büyümek gerekli…
Her şeyden önemlisi mesafe gerekli…
Yıllar önce bir kitapta okumuştum ne güzel diyordu;
“Beden gelişirken ruh eğilip bükülebilir olmalıdır.”
70-80 yaşında insanların bile, dedikodu yaptığını, kalp kırdığını, küsüp barıştığını duyunca, bunu başarabilmenin ne kadar zor olduğunu düşünüyorum.
Ama hayat bu!
Her şey de umut var, aile var, müzik var, tabiat var, hayvanlar var, güzel bir pazar kahvaltısı var…
Bir de bir kaç güzel dost buldun mu kendine, işte o zaman hayat çok ama çok güzel!
Haziran-2018, Bir Pazar Sabahı