Beethoven’ın en güzel senfonisini dinlerken, farkında olmadan seni yazmaya başladım.
Yazı dilim senin şiir kitaplarındaki gibi ‘Italic’…
Arada gözlerimi kapatıyorum…
Parmaklarımla dokunduğum bilgisayarın mı yoksa piyanonun tuşları mı?…
Seni yazarken, hiç bilmediğim piyanoyu çalmam mümkün olur mu?…
Yoksa müziğe ortak olmak kadar imkansız mı?…
Sana öyle hayran oldum ki…
Şiirlerin…
Sevdiğin kadına çaresiz mektupların…
Aileni zamansız yitirişin…
Parasızlık ve amansız hastalıklara teslim olmuş kısacık bir hayat hikâyesi…
*
John Keats, belki dünyada bir Shakespeare olamadı ama kendi ülkesinde öldükten sonra ismi hep bilindi.
Ve 19. yy İngiliz edebiyatının en romantik şairi kabul edildi.
25 yıla sığdırabildiği hayatı sonunda, hiçbir zaman hatırlanmayacağına inandığından, son arzusu mezar taşına şu sözlerin yazılmasıydı;
“Here lies one whose name was writ in water.” (burada adı suya yazılmış olan biri yatmaktadır)
*
Ve ben uzun zaman sonra kendimi hazır hissedip bu pazar günü seni ziyarete geliyorum.
Şakır şakır yağmur yağıyor…
Elimde kırık şemsiye…
Su birinkintilerinde bata çıka ‘Hampstead’daki evinin önündeyim…
Gelmeden önce senin hayatını anlatan ‘ Bright star’ (Parlak yıldız) filmini 5-6 defa izledim…
1.52 cm boyunda, kendi küçük, yüreği kocaman bir adam…
Birçokları gibi senin de, yaşarken değerin fazla bilinmemiş…
Kırılmış olduğun mezar taşına yazdırdığın mısralarından belli…
Paraya, mala mülke değer vermeyen nicelerine saygıyla…
Ve senin mısralarınla…
“Parlak yıldız, keşke ben de senin gibi sabit olsaydım,
yalnız ihtişam içinde değil, geceleyin havada asılı…”
“Neredeyse birer kelebek olup sadece yazın üç günü yaşasak diyecek durumdayım.
Seninle geçen üç gün, sensiz geçecek 50 yıldan daha fazla keyif verir insana…”
John Keats
Mart 2013 – Londra