Düğün ve Cenaze

Felsefenin başlangıcına ilk imzayı atan Sokrates, bundan iki bin beş yüz yıl önce şöyle diyor;

“Ölümden korkmak, kendini, olmadığı halde bilge sanmaktan farklı bir şey değildir:

İnsanın, bilmediği bir şeyi bildiğini sanması, kınanması gereken bir bilgisizlik değil mi sizce?”

İnsanoğlu, bu gerçeği binlerce yıldır en usta ağızdan duymuş olsada nafile…

Dün, akşam haberlerinde devlet erkanının hazır bulunduğu cenaze törenini uzun uzun izledim.

Birbiriyle zıt- aynı görüşte bir çok insanın birlikteliği ile gerçekleşen bu törende hiç kimse boy gösterisi yapmadı.

Buruk gönüllerin yüze yansıması…

Kifayetsiz sözlerin dile gelemeyişi…

Dik duramayan düşük omuzlar…

Yani çıkarsız bir hüzün vardı.

Dünyayı ve yaşayanların en doğal halini görmek için cenaze törenlerine bakın.

Yaptığın planların -yarın- kaygısından kurtulmak için…

Dünyada insanoğlunun icad ettiği en asil tören, cenaze töreniyken,

sadece abartılı ve gösterişli olan düğün törenleri değil midir?

Kıyafet yarışına giren kadınlar,

Geline ve damada takılan takıları görmek için birbirinin omuzuna abananlar,

Kız tarafı ile oğlan tarafı arasında gidip gelen kaçamak bakışlar,

Sırf gösteriş uğruna harcanan yüzbinler,

Sadece ve sadece günlerce konuşulabilmek için sarfedilen gayretler…

Eskilerin tabiriyle gelin girmeyen ev olurmuş da cenaze çıkmayan ev olmazmış.

Hâl böyleyken,

Hiç ölmeyecekmiş gibi hayatını kin ve nefretle, insan kalbi kırmakla geçirmek niye?

Bir saat sonrasına garantinin olamadığı bir dünyada;

Hayattan zevk almak varken sadece para kazanmak için bütün bir ömrü harcamaya,

Malk-mülk uğruna boğazına kadar borca batmaya

Ve sonrasında sıkıntı ile gelen sağlık sorunlarıyla uğraşmaya değer mi?

O gün cenazede imamın söylediği

“İşte eninde sonunda gideceğin bir buçuk metre toprak…”

sözü aslında ömür dediğin kısır döngünün tırnak içindeki açıklaması değil mi?